| Posta

ASKIDA KAHVE VE ELİMİZDE KALANLARLA

Yavuz Kocaömer Posta

Bu hafta sizlere iki gerçek olayı aynen aktarıyorum ve yorumlarınızı bekliyorum.

Askıda kahveİtalya’da Venedik’in kenar mahallelerinden birinda, bir cafe-bar’da espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri, barmene ‘due caffe, uno sospeso’ (iki kahve, biri askıda) dedi ve iki kahve parası verdi. Ama bir kahve içip gitti. Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye küçük bir kağıt astı. Biraz sonra içeriye iki kişi girdi. Onlarda ‘tre caffe.uno sospeso’ (üç kahve ,biri askıda) dediler. Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen yine askıya bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürüp gittiği anlaşılıyordu. Bir süre sonra cafeye üstü başı eski püskü, yoksul bir kişi girdi ve barmene ‘uno caffe sospeso’ (askıdan bir kahve) dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıkıp gitti. Barmen ise duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı parçalayıp çöp kutusuna attı.

İtalyan toplumsal terbiyesi

Bu gözlemimizin sonunda, gözlerimizi yaşartan,kesinlikle örnek almamız gereken bir ‘İtalyan toplumsal terbiyesi’öğrendik: Yardım etmek için insanların gereksinimlerini belirlerken, yalnızca yaşamsal gereksinimlerle sınırlı kalmak zorunda değiliz.Bir Venedikli için yaşamsal olmasa da kahve, günlük hayatta önemli bir yer tutmaktadır. Kahve içebilecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeyde olan kişiler, kendileri bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar, kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul eden kişiler ise huzurlu oluyor. Yardım eden ile alan arasında, bu cafe-bar’daki garson gibi, köprü görevi yapan kişilerin ise güler yüzlü ve sevgi dolu olması gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin ‘Bana askıda kahve var mı?’ diye sormasına gerek bırakmamak için askıda kahve olduğunu belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görünebilen bir yere asmak ise bu olgunun çok zarif bir yönünü oluşturmaktadır. Ne dersiniz?(Teşekkürler Binnur Semizoğlu)

Elimizde kalanlarla

18 Kasım 1995 günü keman sanayçısı Itzhak Perlman, New York’ta, Lincoln Center’deki Avery Fisher salonunda konser vermek üzere sahneye çıktı. Eğer bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için ‘sahneye çıkmak’ hiç de küçümsenecek bir başarı değildir. Küçükken çocuk felcine yakalanmış olan Perlman’ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir manzaradır. Perlman, ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipsini açar, bir ayağını geriye iter ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar,orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar. Bu zamana değin, izleyiciler bir ritüele alışmışlardır. O sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler. Çalmaya hazır olana dek beklerler.

Bir şeyler ters gitti

Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha ilk birkaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu.Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da…O gece orada olanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler: ‘Anlamıştık ki yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması, ya da yeni bir tel takması gerekecekti.’Ama o öyle yapmadı.Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi.Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti.Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece üç telle çalmak imkansızdır. Bunu ben de bilirim,sen de bilirsin, herkes bilir.Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti.Onu, parçayı kafasında modüle ederken,değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri neredeyse yeniden tonlamışcasına sesler çıkartmaktaydı kemandan, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için…

Ayakta alkış

Konseri bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar. Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış koptu. Hepimiz ayaktaydık, bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk. Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi: Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak. Bu ne güçlü bir cümledir! Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir? Belki de bu bir yaşam tarzıdır, sadece sanatçılar için değil hepimiz için.

Burada, tüm yaşamını bir kemanın dört teliyle müzik yapmak üzerine kuran ve birdenbire, bir konserin ortasında kendini sadece üç tel ile bulan bir adam vardır. Öyleyse o da üç tel ile müzik yapmayı seçer ve o gece yaptığı sadece üç telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı dört teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdı…O zaman belki de bizim görevimiz, yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır. Önce elimizde olan her şeyle; ve daha sonra bu artık imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla…

Jack Reimer/Houston Chronicle (Teşekkürler Semra Hoşgör)