
ÇOCUK KALBİNİN DUVARLARI YOKTUR
Görme engelli eğitimci okuyucumuz Canan Çam’dan bir mektup aldık. Göreve başladığı ana sınıfındaki ilk izlenimlerini aktarmış. Gelin, hep birlikte okuyalım. “Eylül ayında başlayan ve 1 yıl sürecek olan bir yolculuktu benimki. ‘Az gören’ bir eğitimci olarak devlet okulunda, bir ana sınıfında, ilk görev yılımda ben de tam olarak bilmiyordum beni nelerin beklediğini. Belki zaman zaman zorluklarla dolu bir yolculuk olacaktı bu, belki de maceralarla, kim bilir?‘İlk gün’ Okulun ilk günüydü, farklı bir heyecan sarmıştı içimi. Öğrencilerimi sınıfa aldım, tabii velileri de. Önce çocuklarla tanıştım, sonra kendimi tanıttım onlara. Daha sonra da velilere tanıttım kendimi. Kendimden kısaca bahsettikten sonra, ‘az gören’ biri olduğumu, baston kullandığımı anlattım. Tüm veliler sessizce dinlediler. Sorusu olanlar sorsun, akıllarında benimle ilgili bir soru işareti kalmasın istedim. Ancak hiç kimse görme engelimle ya da eğitim süreci ile ilgili pek bir şey sormadı. Aslında çok şaşırmıştım, hiçbiri merak etmemişler miydi acaba “Az gören bir öğretmen benim çocuğuma nasıl eğitim verecek?” diye.‘Kaygılar’Daha sonra, velilerle yaptığım ilk toplantıda okul idaresine zaman zaman gidip kaygılarını dile getirdiklerini öğrendim. Bana sorup rahatlıkla öğrenebilecekleri sorunun cevabını kendilerince aramaya çalışmışlar. Toplantıda tüm sorular soruldu, kaygılar kısmen azaltıldı. Velilerle yapılan bu ilk toplantıya kadar birçok veli benimle tam olarak iletişim kurmuyordu. Daha çok ana sınıfı yardımcısı ya da idare ile görüşüyorlardı bazı konuları. Toplumun genel bakış açısı da bu değil mi zaten?‘Başkalarına sorarlar’Engelli bir birey olarak, kendinizle ilgili soruların, hep yanınızdaki, gören bir başkasına sorulduğuna şahit olursunuz. Bu da toplumun yeterince bilinçlendirilmemiş olmasıyla ilgilidir. Ancak yapılan veli toplantısından sonra velilerin bakış açısında, tavırlarında olumlu değişiklikler oldu; gün içinde, sınıfta yapılan çalışmalarla ilgili daha rahat ve sık konuşmaya başladılar benimle. Her ne kadar yetişkinlerin zihinlerindeki önyargıları yıkmak zor olsa da aza indirgeyebilmek sevindiriciydi.‘Zor olmadı’Bir de sürece diğer taraftan bakalım. Öğrencilerime kendimi yani ‘farklılığı’ anlatmak ve kabul ettirmek hiç zor olmadı. Çünkü onlar 5-6 yaşında ana sınıfı öğrencisiydiler; zihinleri önyargıdan uzak, yürekleri masum ve temizdi. Okulun ilk haftalarıydı, bastonumu kullanarak sınıfa girdim. Çocuklardan biri “Öğretmenim, o ne?” dedi. Ben de “Size en yakın arkadaşımı tanıtayım mı?” diye sordum. “Bu benim en yakın arkadaşım, adı baston. Görmeyen ya da az görenler önüne çıkan engellerden kendisini haberdar etsin diye baston kullanır. Önüme bir engel çıktığında bastonum benden önce o engele çarparak ses çıkarıp bana haber veriyor. Bu nedenle ben en yakın arkadaşımı hiç yanımdan ayırmıyorum” dedim. Bu konuşmayı öğrencilerime yalnızca bir kez yaptım. Bir daha bana bununla ilgili hiç soru sormadılar, aramıza sonradan katılan arkadaşlarına da kendileri anlattılar. Farklılığın farkına varmaları için somut bir örnek oldum öğrencilerime.‘Destek oldular’Kimi zaman, yazıları daha rahat okuyabileyim diye oyun hamurundan masa lambası yaptılar bana. Kimi zaman sınıfta bir olay yaşandığında anlatmak yerine elimden tutup sorunun yaşandığı yere götürdüler beni. Zaman zaman kullandılar görmüyor olmamı ama bunda bile masumiyet vardı. Örneğin; bir gün, yemek saati geldiğinde çocuklar ellerini yıkamak için sırayla tuvalete gidiyorlardı. O sırada yemekler geldi sınıfa. Bir öğrenci gizlice bir kurabiye almış yemiş bile, tabii benim haberim yok. “Öğretmenim bir tane kurabiye kaçırdım, çok lezzetliydi” dedi. Çünkü o, sınıfta daha önce anlatılmış olan ‘Yalancı Çoban’ın hikayesini çok iyi biliyordu, dürüstçe söyledi gerçeği.Bir başka öğrenci saçlarını kestirmiş olarak geldi bir gün sınıfa. Yanıma geldi, tuttu ellerimi, saçlarına götürdü. “Öğretmenim bak, saçımı kestirdim, nasıl olmuş?” diye sordu. Sormasaydı belki de fark etmeyecektim. Kimi zaman beni resimlerine baston kullanan bir öğretmen olarak konu ettiler, kimi zaman gören bir öğretmendim onların resimlerinde. Ancak ‘gören’ olmak ya da ‘görmemek’ hiç önemli kavramlar değildi onlar için. Tek önemli şey vardı, çok sevdikleri öğretmenleriydim ben onların. Sınıf içinde onlarla baş başayken tarifsiz bir mutluluk yaşıyordum. Kalıplaşmış fikirlerden, değiştirilemeyen önyargılardan uzak.‘Amacım’Bütün bunları anlatmaktaki tek amacım ‘imkansız’ görülenin nasıl başarılabileceğini biraz olsun yansıtabilmekti. Benim sınıfımın öğrencileri, sadece Dünya Engelliler Günü’nde okul panolarına asılan birkaç yazı veya resimle tanımadılar ‘engelli’ kavramını, bire bir yaşadılar benimle.‘Normal ve öteki’Şunu biliyorum ki ileriki yıllarda karşılarına çıkan farklılıklara daha duyarlı olacaklar. Yolda gördükleri engelli bir kişiye, toplumun büyük çoğunluğunun yaptığı gibi acıyarak bakmak yerine, şimdi olduğu gibi ‘normal’ olarak kabul edecekler. ‘Öteki’ kavramını kullanmayacaklar engelliler için. Unutmayalım ki hayatta herkesin yapabilecekleri vardır, yeter ki sınırlamalar olmasın. Her yol aşılabilir, yeter ki engellemeler olmasın. Her sıkıntının üstesinden gelinebilir, yeter ki önyargılar olmasın. Görme engelli bir eğitimci olarak bu yazıyı yazmayı kendime görev edindim. Bu yazıyı okuyacak birçok kişi arasından birkaçı bile kendine çıkarım yapabilirse, bu toplumda bir kişiye bile farkındalık kazandırabilirsem, o zaman tam anlamıyla ‘eğitimci’ olmuşum demektir.” 11.04.2011 Posta Gazetesi