GÜN
SAAT
DAKİKA
SANİYE

YAŞAYAN BİLİR ( I )

Bundan 4 yıl önce köşemizde  yayınladığımız ‘’ Yaşayan bilir I , II ve III‘’ yazılarımızı okumayanlar olabilir. Bu süre içerisinde POSTA Gazetesi ‘ ni yeni almaya  başlayan okurlarımız  olduğunu da göz önüne alarak, bu haftadan itibaren  bu yazılarımızı yeniden yayınlıyoruz. Önümüzdeki hafta “Yaşayan bilir II ” de buluşmak üzere …O zamanlar babam Türkiye İş Bankası’nda arkadaşlarıyla birlikte kurduğu TİBAŞ Sendikası’nda çalışanlar yararına bir mücadeleye girmişti. 1960’lı senelerde , o günün koşullarında Türkiye’de sendika kurmak , hem de bir yandan aynı kuruluşta görevli olmak çok da kolay değildi. Bugünkü sendikal özgürlüklerin ve toplum baskısının o günlerle kıyaslanması mümkün bile olamaz. TİBAŞ’ın kuruluşundan hemen sonra ilk toplu sözleşme hazırlıkları yapılıyor .Bunun için de babam neredeyse her gece 24.00’te, 01.00’de eve gelmek zorunda kalıyordu.  İlk defa yapılacak bir toplu sözleşmenin olanakları, çalışanlar için istenecek haklar konusunda arkadaşları ile beraber mesai saatinin bitiminden sonra çalışmak zorunda kalıyorlardı. Annem bu durumdan çok şikayetçiydi. Evdeki huzursuzluk artıyor, iş neredeyse kopma noktasına geliyordu. Bir gün yine böyle annemle babam tartışırken ağabeyim lafa girdi ve aralarında şöyle bir konuşma gerçekleşti :

– Baba, İş Bankası’nın kaç çalışanı var?

– 10-11 bin civarında.

– Anne biz bu ailede kaç kişiyiz ?

– 5 kişiyiz oğlum.

– O zaman anne dikkat et, bu adamın üzerine fazla gitme, 11 bin kişiye karşı 5 kişi. Fazla üstelersen bizi bırakır gider ve de haklı olur.

                                                                                                                 

O gün bu konu bir daha açılmamak üzere kapandı. Ve babam da rahat bir şekilde sendika çalışmalarına devam etti. Annemden de gerekli anlayışı gördü.Evimizde onun dediği olurdu. Ben de engelli bir kardeşle yaşamanın zorluklarının yanı sıra, bu durumdan faydalanıp ne zaman bir maça gitmek istesem, ne zaman arkadaşlarımla dışarı çıkmak istesem annemin hep o bitmez tükenmez “ Hayır” larını her defasında ağabeyim vasıtasıyla “Evet”e çevirirdim. Çevresindeki insanlara çok adil davranır, mahallemizdeki fakirlerin bir anlamda koruyuculuğunu yapardı. Bayramlarda veya bana yeni bir ayakkabı alındığında, annem sırf üzülmesin diye, giyememesine rağmen ona da aynı çift ayakkabıdan alır ve dolaba koyardı. Bir müddet sonra bu ayakkabılar birikir ve mahalledeki fakir çocuklara dağıtılırdı. Bu arada şiir de yazmaya başladı. Bu şiirlerinde Atatürk’e , sevgililerine ve kendi durumuna ait konuları işlerdi. Askerlik yoklamasına çağrıldığı gün, aşağıdaki dörtlüğü yazmıştı:

Vatanım, topraklarında yaşadım , hürüm

Sana hizmet edemedim üzgünüm

Ne olsa ben de bir Türk’üm

Yok başka söylenecek bir sözüm

Sonra ıstıraplarının arttığı zamanlarda, umutsuzluğa kapıldığı günlerde ise babamı yanına çağırarak aşağıdaki şiiri dikte ettirmişti:

Artık ağrıma gidiyor bu hayat

Ömrümde almadım şu hayattan bir tat

Yıllardır arkadaşım olan yatak

Artık rahatsız ediyor

Her tarafıma batarak

Hayatımda atamadım bir tek adım

Şimdi ölüm benim en büyük muradım

                                                                                                           

Oğuz 22 yaşında vefat ettiğinde belki de çektiği ıstıraplardan kurtulmuştu. Bu satırları yazarken ağlamıyorum. Sadece ağabeyimi çok özlediğimi hissediyorum. Onun yaşadıklarının küçük bir bölümünü sizlerle paylaştığım için mutluyum. Bir de hala “Yavuz Kocaömer niye bu kadar zaman harcıyor? Ne çıkarı var? Falanca yere başkan mı olmak istiyor? Yoksa politik düşünceleri mi var?” diye atıp tutanlara bir şeyler anlatmaya çalıştım. Bu ülkede doğruları yazmanın ve anlatmanın çok zor olduğunu bile bile. Dünün geçti, yarının da belli değil , öyleyse bugününü iyi geçirmeye bak.

Hz. ALİ